4 Aralık 2010 Cumartesi

Bazı günler insanın ruh hali arafta kalır ya, işte bugünüm öyle benim.. Ne üzgünüm ne mutlu, ne huzurluyum ne sıkıntılı, ne iyiyim ne de kötü; aradayım sadece herşeyin arasında, hayatın bile belki.. Her işim yarım bugün.. Sigaralarımı hep yarım yarım atmışım, şarkıların tam ortasında sıkılıp ya değiştiriyorum yada kapatıyorum ama dedik ya yarım diye sonra sessizlikten sıkılıp hop tekrar açıveriyorum bir şarkı.. çocuk gibiyim ama sanırsın 80'lik dede vücudunda bir çocuk.. hiçbir şeye enerjim yokken herşeyi yapasım var.. Herşeye başlayayım sonra yarım bırakayım kendime kızayım sonra bağırayım kendime istiyorum.. İstemek sorun değilde başlayayım derken daha sıkılıp bırakıyorum.. bu gün ruhum araya sıkışmış, iki zamanın, iki halin, iki farklı benin ve iki farklı hayatın arasına sıkışmış.. Belki geçen seferki gibi çilingir çağırıp çıkarttırmak lazım oradan..

25 Kasım 2010 Perşembe

Uzun zaman oldu boşladım burayı.. Hayatımı ve kendimi gözden geçirip kendime bir yol çizmem gerekliydi.. Geçmişten gelenlerin yarattığı hayal kırıklıkları bugünümü ve geleceğimi kararttılar.. Bu karanlığın içinde çok uzun zamandır hapis haldeyim.. Bu karanlık uzun zamandır tüketiyor beni ve işkence ediyor ruhuma.. İç savaşımda son perdeye girmek üzereyim.. Bu son perdenin sonucunu benim dışımda bilen yok.. Kimseye anlatmadım son perdede neler olacağını.. Bu nedenle izleyen benim içimdeki benler de şaşıracaklar muhtemelen.. Herkese süpriz olacak.. Belki bana bile..
Bir süre önce kendimden ümidi kesip şüpheye düşmüştüm.. Aklıma intihara kadar çeşitli şeyler geldi, bir kısmını denedim de.. Kendime bağımlılıklar geliştirdim.. Uyuşturucu hariç bir çok bağımlılık yapıcı şeyi denedim de.. hepsini bir nefeste sayacak değilim ama kendime de zarar verdim.. Çok defa, bir çok şeyi feda ettim kendimden.. Kendim için feda ettim ama sonradan fark ettim ki aslında feda ettiklerim kendime hiç birşey katmıyor.. Bu yüzden bu iç savaşa girdim.. Artık müdahale etmeliydim.. Zahiyatlarım fazla oluyordu.. Kozama kapandım..
Son perdeden sonra çıkacağım kozamdan.. Ne zaman olur bilmiyorum ama kozamdan çıktığımda kanatlarımın ne renk olacağını merak ediyorum.. Çok uzun zamandır her şeyi iki renk görüyordum.. Şimdi hayatta çok daha fazla renk olduğunu biliyorum ve kendi renklerimi merak ediyorum.. Buraya ama kısa ama uzun yazmaya çalışacağım.. Şimdilik bu kadar.. Geçmişime ve geleceğime veda ederken bu yazıyı da bitiriyorum.. Görüşmek üzere.

15 Temmuz 2010 Perşembe

Dilimdir Hapishanem..

Dilimdir hapishanem; kör ışığında aydınlandığım, mat soğuğunda üşüyüp kıldan battaniyemi çeneme kadar çekerek titrediğim ve özlemle sevgiyi, sevebilme sevilebilme özgürlüğünü anımsadığım..

Dilimdir hapishanem; kör gecenin kör saatinde aklım fikrim çıkmış gezmeye, ben onları beklerken çaresizce geride..

Dilimdir hapishanem; hem sözlü hemde yazılı prangalarla beni hayata bağlayan ve hayattan koparan, seni düşünürken ezildiğimi söyleyen, kendimle barışmamı ve kendimi sevmemi öğütleyen..

Dilimdir hapishanem; anlatamadığım, kimsenin bilmediği sırlarımı hep yüzüme haykıran..

Dilimdir hapishanem; bütün istemlerime ve arzularıma gem vuran; beni kırbaçlaya kırbaçlaya aşka getiren en tanıdık ve en zararlı işler karşısında..

Dilimdir hapishanem; elimden tuvalimi, fırçamı, flütümü ve dansımı alan..

Dilimdir hapishanem; bana yalnızlığın sadece yalnızlık değil aynı anda hem çok hemde hiç olmak olduğunu öğreten..

Dilimdir hapishanem; uykusuz gecelerimde bana ninni okuyup masallar anlatan ve her zaman başımı okşayıp hem sevildiğimi ve inanıldığımı hemde başaracağımı fısıldayan..

Dilimdir hapishanem; kurtulmayı bir an olsun düşünmeme sebep olmayan, özgürlüğü ve tutsaklığı aynı anda tattıran..

Dilimdir hapishanem; boğazımda düğümlenen hıçkırıklarla hıçkırık dolu şarkıları mırıldanan..

Dilimdir hapishanem; beni ben yapan, bensiz var olmayan, onsuz var olamadığım..

Dilimdir hapishanem; herkes gittiğinde yanımda olup bana sarılan, teselli ederken anlayan ve anlatan..

Dilimdir hapishanem; gün kavramsız geçen günlerimde beni hor gören, düzelmem için dürtükleyen, düzeltmeme yardımcı olan..

Dilimdir hapishanem; sert seven, sevgiden öldürme potansiyeli olduğunu bilen ve bunu gösteren..

Dilimdir hapishanem; herşeye ve herkese boş verdiğimde, siktir çektiğimde, beni yatıştıran..

Dilimdir hapishanem; karanlığında kaybolduğum ve bu kaybolmuşlukta kendimi bulduğum..

Dilimdir hapishanem; geçmişi, şimdiyi, geleceği oluşturan ve sadece bu kudretine bile hayran, tapındığım olan..

Dilimdir hapishanem; limanım olan, çok üşüdüğümde yıldızları üstüme örtüp yanağıma sıcacık buse konduran..

Dilimdir hapishanem; beni mahpus ve özgür kılan..

30 Haziran 2010 Çarşamba

12 yaşımda yazdığım yazıyı bulmadan önce 20 yaşımda yazdığım bir yazı.. Noktasına virgülüne dokunmadan..

Pusulasızca kaybolduğunu düşün, kapat gözlerini, etrafın boş, bir boşluktasın. Gözlerini açıyorsun yavaşça, etrafına bakınca sadece karanlığı görüyorsun. Etrafın sarılmış karanlıkça. Ayaklarının altında toprak beliriyor ve basıyorsun umarsızca, basıyorsun o toprağın ne olduğunu, nereden geldiğini, neden belirdiğini düşünmeden,yürüyorsun. Gözlerin karanlığa alışmış, karanlığı görebiliyorsun. Kulakların toprağın ezildiğini duyuyor sadece.

Ayağına birşey takılıyor, önce sendeliyor sonra düşüyorsun dizinin üstüne. Ufaktan elinle yokluyorsun yeri, neye takıldın? Geleceğine yürürken neye takıldın? Siyah, simsiyah bir yamukluk bu, bu bir taş.. Şekilsiz bir taş, oldukça hafif üstelik.. Belki işine yarar diye cebine atıyorsun ve yürümeye devam ediyorsun.

Etraf karanlık ama biliyorsun ki ileride aydınlığa kavuşacaksın. Adımlıyorsun, aklın cebine takılmış. Devamlı aklında, cebinde bir taş var. Şekilsiz, eğri büğrü bir taş.. Yürüyorsun.. Cebinde simsiyah, şekilsiz bir taş var. Yol karanlık, kulakların karanlığı duyuyor yalnızca. Cebinde taş var, bir adım daha, cebinde taş var. Yavaşlıyorsun.

Nedeni yok, cebinde taş var. Hızlanmak hatta koşmak istiyorsun ama yavaşlıyorsun. Nedensiz, cebinde taş var. O kadar yavaşlıyorsun ki yürüdüğün anlaşılmıyor artık. Cebinde taş var, duruyorsun. Aklında ilerlemek, cebinde taş var. Neden ilerleyemediğini merak ediyorsun. Sendelemeye başlıyorsun durduğun yerde, düşüyorsun.

Cebinde taş var, ağır bir taş, ağırlaşmış bir taş. Güç bela cebinden çıkartıyorsun, dikkatle inceliyorsun bu siyah, simsiyah taşı. Girintileri, çıkıntıları fazla tanıdık, taş fazla tanıdık sana. Hatırlıyorsun inceledikçe, geçmişi,geçmişini hatırlıyorsun.

Bu taş senin geçmişin, eski hayallerin, hayal kırıklıkların, sevgilerin, sevgililerin ve yaşanmışlıkların. Taş; senin geçmişin oluşturmuş bu taşı, unuttuklarınla, unutmak istediklerinle birlikte, hatırladıklarınla, hatırlamak istediklerinle birlikte taşlaşmış geçmişin. Karar veremiyorsun ne yapacağına.

En sonunda atmaya karar veriyorsun, bu taşı atmaya uzağa, çok uzağa. Böylece yoluna devam edebileceğini düşünüyorsun. Taş hafiflemiş, köpük kadar hafifleşmiş. İleriye fırlatıyorsun, karanlıkta kayboluyor taş ve ilerliyorsun.

Uzun bir süre yürümeye devam ediyorsun. Karanlık her taraf. Gözlerin ve kulakların karanlığa alışmış, görebiliyor ve duyabiliyorsun karanlığı. Ayağına birşey takılıyor, önce sendeliyor sonra düşüyorsun dizinin üstüne. Ufaktan elinle yokluyorsun yeri, neye takıldın? Siyah, simsiyah bir yamukluk bu, bu bir taş.. Şekilsiz bir taş, oldukça hafif üstelik.. Belki işine yarar diye cebine atıyorsun ve yürümeye devam ediyorsun bilinmeyen karanlıkta.

12 yaşımda yazdığım bir yazı.. Geçmişten hatıra.. Noktasına virgülüne dokunmadan..

Bir tarlanın ortasında olduğunu fark ediyorsun. Güneş tepende parlıyor. Etrafındaki başaklar güneşi kıskandırırcasına sarı sarı parlıyor. Aklın bomboş, gökyüzü masmavi, temiz, ferah, saf hissediyorsun. Hayatın sana yüklediği bütün streslerden, sorumluluklardan, işten, güçten, gerekten, gereçten ve bütün kötülüklerden sıyrılmışsın. Sadece geçmişin, şu anın, tanıdıkların var, sen varsın. Manevi olarak çıplaksın ve safsın. Kendini etrafına vermişsin, o sarı başakların herbirinde, her bir dalgalanmalarında, her birinin sapında, yaprağında buluyorsun kendini. Ayakkabını ve çorabını terk etmiş, çıplak ayaklarla dolaşırken tarlada bir bir başakları gözler, inceler, herbirinde ayrı bir güzellik, ayrı bir mutluluk bulurken içine garip bir enerji doluyor. Sanki daha dün doğmuşsun gibi garip bir heyecan, bir tutku, garip bir merak duyuyorsun herşeye karşı. Tam gördüğün bir başka başağa doğru ilerlerken birden dünyan kararıyor sanki, bir acı serisini yaşadıktan ve sağ sağlim atlattıktan sonra yavaş yavaş algılıyorsun etrafını. Yere yuvarlanmışsın, takıldığın taş simsiyah duruyor sarı nehrin ortasında, eline alıp inceliyorsun düştüğün yerde. Sanki hayattaki bütün yanlışların içinde gibi görünüyor. İncelerken cebine atıyorsun ve uzanıyorsun yere. Gökyüzünün o mavi okyanusuna gözlerini kaptırıp aklının tamamen boşalmasını sağlarken cebindeki siyah taştan fışkıran garip bir huzme solduruyor başakları, kararıyor güneş, parlıyor yıldızlar. Tam bütün umudum bitti derken yıldızlar sana umut verircesine yanıp sönüyorlar; uykuya dalıyorsun her gece yaptığın gibi toprağı ev, başakları yatak, taşı yastık, yıldızları yorgan yapıp aklında ertesi gün doğacak güneşin hâyâlini kurarak uyuyorsun ve rüyanda bir tarlanın ortasında olduğunu fark ediyorsun.

18 Haziran 2010 Cuma


Düş gününde sevdim seni. Daha ufacık çocukken bir düş gününde sevdim, seni. O gün değiştirdim hayatımı ve düşlerimi. Düş gününde sevdiğim için seni hep öyle kaldı sevgim; sahibi belli, sebebi belirsiz, kabullenilmemişlikle bozulmamış, sadece sonsuz, sınırsız, zamansız. Düş gününde kaldım ve yaşadım seninle, düş gününde. Çocukken ağlayınca anneme giderdim; düş gününde sana gelirdim umursamadan, seni annemi sevdiğim kadar katıksız, sonsuz ve sıcak sevdiğimden.

Düş gününde; güneş hiç batmaz çünkü güneş yoktur, karanlık hiç bastırmaz çünkü karanlık yoktur; düş gününde zaman hiç akmaz çünkü zaman yoktur. Kimse ağlamaz çünkü her zaman ağlayanı sarıp sarmalayacak ve bütün üzüntüsünü alacak birileri vardır düş gününde.

Düş gününde kaldım senin için, sahip olamayacaklarıma sadece düş gününde sahip olabileceğim için, seninde hiç büyümemen için, sana koşabilmek için ve seni her görüşümde delice heyecanlanabilmek için. Sen kalmasan da benimle, ben kaldım düş gününde; babanın anneni aldatmadığı, annenin ölmediği, tacizlere maruz kalmadığın, tecavüzlerden kıl payı kurtulmadığın, verdiğin sözleri tuttuğun, kimsenin seni terk etmediği, seninde kimseyi terk etmediğin, hiç ağlamadığın, gülümsediğin, mutlu olduğun düş gününde, kaldım, senin için. Düş gününden sana hep biraz umut, biraz gülümseme, azıcık sıcaklık, çokça sevgi ve daima sana açık iki kol getirmek için; ağlayabileceğin omuz, tutunabileceğin dal, kırabileceğin kalp olmak için düş gününde kaldım, düş oldum..

Şimdi ben hala düş günündeyim, seninleyim; gülümseyen, mutlu olan seninleyim. Sen yoksun. Ben de her sahipsiz düş gibi sürükleniyorum, seni arıyorum, bulamıyorum ve yavaş yavaş kendi kâbusuma dönüşüyorum. Seni seviyorum.

27 Mayıs 2010 Perşembe

Artık gözlerim acıyor..
İçimin acıması yanında bişi değil belki ama acıyor..
Orada olduğunu biliyorum..
Hayatımı bu acılarla fark etmeye başladım..
Ayağım uyuştu..
Uyuşmasa bilmezdim bir ayağımın olduğunu..
Günün birinde kalbim acıdı..
O güne kadar kalbim olduğunu da bilmiyordum..
Sonra sevmiştim..
Gerçekten sevmiştim..
Hatta bu boktan hayatta bir tek seni sevebildim..
Sonra gitti kalbim..
Yerinde sadece acı kaldı..
Artık hayatımı acılarla yaşıyorum..
Bilmiyorum neden belki de sen acıttığın içindir en sevdiğim acının kalbimdeki acı olması..
Bilmiyorum..
Bilemiyorum..
Sadece ciğerlerim yerinde bunu biliyorum çünkü az önce sigaranın dibiyle yenisini yaktım..
Ha unutmadan..
Bişi daha var aslında..
Seni sevdim ve hep seveceğim..
Çünkü bir tek sen beni sevmiştin..
Sen benim sevdiğim, sevebildiğim tek kişisin..
Hadi öptüm..
Sende uyu artık..
İyi uykular, tatlı rüyalar canım..

4 Nisan 2010 Pazar

Siyah, Gri, Beyaz.. Sonunda da lâl olmak..

Havanın kararmaya başladığı vakitlerdir, benim yolumun aydınlandığı vakitler..
En başından en sonuna kadar ezbere bilirim yürüdüğüm yolu.. Defalarca yürüdüm.. Bazen düştüm, bazen geri döndüm, bazen de her şeye inat devam ettim.. Değişim her zaman tek değişmeyendir diyorlar.. Doğru.. Herkes değişir vakit içinde, ama ileri ama geri yönde ama.. Evet, herkes ve her şey değişir hayatta.. Duramayız bir türlü.. Huzur bulamaz ruhumuz eğer durursak.. Bilmiyorum, belki de durmak hatta olduğun yerde dönmek asıl erdem olan, bize anlatılanın aksine.. Daima ileri giden bir hayatta, aslında ileri gittiğin yolun seni geriye götürdüğünü fark etmek garip gelse de duramazsın.. Durduramazsın kendini.. Başının ağrımasına, kulaklarının üşümesine, gözlerinin artık bulanık görmesine aldırmadan devam etmek istersin yola.. Çözülmeye başlayan dizlerine inat edercesine..


Kapalı kutu..
Bir zamanlar böyle tanımlıyorlardı beni.. Anlaşılamayan, anlatmayan, kimseyi de yaklaştırmayan.. Neden bilinmez.. Herkes yakına gelince de işler değişti.. Kimseler bakmaz oldu benden tarafa.. O zaman öğrendim aslında açık olmanın iyi olmadığını.. Ne zaman ki açıldım.. Ne zamanki birilerine aslolanı anlattım asıl o zaman gördüm yakına gelenlerin gerçek yüzünü.. Kimse günahsız değildir.. Herkesin bir sırrı vardır saklamaya yemin ettiği.. Ve o sırdır insanları karartan beyaz yüzlerinin aksine.. Kim ki yüzüne gülümserse bil ki esas düşmanlarının arasındadır o kişi.. Kim ki sana kucak açarda sana dostmuş gibi sıcak ve içten davranırsa o taraftan bekle hançeri.. Daha öncede dediğim gibi.. Kimseye aldanıpta arkanı dönme.. Çünkü o parıltı gülüşten değil de eldeki hançerden geliyor olabilir..

Siyah, Beyaz, Gri..
Hangi bölgede yaşıyorsunuz? Ben hangi bölgede yaşadığımı çok iyi biliyorum.. Ben siyah olan yerlerdeyim.. Aslım bundan ibaret.. Siyah içime işlemiş aslında ben siyahım ya da aslında siyah ben.. Fark etmiyor.. Sonuç olarak siyahtım, siyahım ve hepte siyah kalacağım.. Beyaz veya griymişim gibi davranmaya çalışsam da sırıtıyor altındaki asıl rengim.. Vakt-i zamanında bölünmüştüm.. Siyahlığımı dışladım yıllar boyunca.. Sonradan öğrendim.. O en yakın dediklerim daha rahat canımı yakabilmek için ayırmaya çalışmış beni aslolan benden.. Ben siyahım.. Bütün yaptıklarım, sırlarım, günahlarım ve her hücremde gezen kanımla.. Ben siyahım ve bunu kabul ettiğim gün kendime gelip, yıllar sonra ilk defa gerçekten gülümsedim.. Beyaz olmak çok zor bir şey.. Hiç mi sırrınız yok, hiç mi yaptığınız kötülük, işlediğiniz suç yok.. Mutlaka var.. Siz her ne kadar aklamaya çalışırsanız çalışın oradalar.. Kimseye anlatmadıklarınız kemiriyor esas sizi.. İçten içe de biliyorsunuz işe yaramadığını.. Fark edildiğini.. Yine de saklamaya çalışıyorsunuz.. İşte tamda bu yüzden sizler grisiniz.. Hayat hep iki uçlu sorunlar arasında boğulmuş geçiyor.. Seçimlerinizden hep şikâyetçisiniz.. Keşkeler almış başını gidiyor.. Ne siyah ne de beyaz böyle değil.. Beyazlar saftırlar.. Temizdirler sanki daha dün doğmuş gibi.. Siyahlarsa kabul eder zaten kendi çelişkilerini ve cevaplar sizin cevaplamaya korktuğunuz soruları.. Seçimlerinin ve sonuçlarının farkındadırlar.. O yüzden asla yakınmazlar.. Neden bu kadar siyahı anlattım? Çünkü en iyi bildiğim yer orası.. Ne beyaz oldum nede gri.. Sadece bir süre gri kaldım.. Ama artık geri döndüm.. Hep olduğum ve olmam gereken yere siyaha.. En iyi bildiğim yere..

Saatler ve saatçiler..
Saatleri birer aksesuar olarak takmıyorum.. Zamanın kaç olduğunu bilmek içinde kullanmıyorum.. Sadece her şeye gerektiği kadar vakit harcamak için kullanıyorum.. Zamanın benim hükmüm altında olduğunu hissetmek için.. Saatçiler derviştir bence.. Sen sadece koluna takarak hissedebilirken zamanın akışını ve ona hükmetmenin verdiği hissiyatı o kişiler, saatçiler, her an bilirler bunu.. Saat takmalarına zaten gerek yoktur.. Yıllara inat yaşlanmazlar ve öldüklerine de inanmıyorum.. Bir yerlerde bekliyorlar tekrar ortaya çıkmaları gereken zamanı.. Hiçten gelip hiçliğe giderken sahip oldukları huzuru yerine gelene miras bırakarak ölmüyorlar.. Hiç saat almak veya tamir ettirmek amacı dışında sadece çayını içmek için bir saatçi dükkânına girdiniz mi? Mutlaka girin.. Orada zamanın akışının anlamını yitirdiğini gördükçe anlarsınız neden saatçilerin aslında derviş olduklarını.. O zaman anlarsınız zaman krallığındaki hükümdarlığın asıl anlamını, tiktakları..

Zaman..
Zaman dediler.. Her şeyin ilacı mı gerçekten? Her kim söylediyse yalan söylemiş.. Yok öyle bir şey.. Zaman değil yarayı iyileştiren, aklımız.. Unutmamızı sağladığı için.. Peki, neden bana hiç etkisi yok? Neden 2 yaşımdan itibaren benim için önemli olan her şeyi dün gibi hatırlıyorum? Hani zaman iyileştiriyordu? Neden o zaman bana asla ilaç olamıyor zaman? İstisnalar kaideyi bozmaz mı? O zaman asıl soru şu.. Kaç kişi gerçekten zamanla iyileştirdi yaralarını? Kalbi kırılan kaç kişi bugün unuttu kalbini kıranı? Kaçınız alacağı intikamı beklemiyor? Kaç kişi kin gütmeyecek kadar iyileştirdi yarasını ya da kin tutamayacak kadar güçsüz? Ben değilim.. Benim doğam böyle değil.. Ben unutmuyorum, unutamıyorum.. Ne kadar zaman geçtiği önemli değil.. Bana yapılanların diyetini mutlaka alıyorum.. Yaptıklarımın diyetini ödediğim gibi.. Evet.. Kinciyim ve intikamlarımı isteyen birisiyim.. Kötü müyüm peki? Kim bana kötü diyebilir ki? Kim o kadar temiz? Kim o kadar iyi? Kim kaldı geriye beyaz olan? Sadece gri olanlarsa bana kötü diyecek olan.. O zaman önce herkes kendi dibine bakacak karası ne kadar diye.. Ben zaten biliyorum kendimi ve karalığımı..

Aşk, Sevgi ve Sevgili..
Aşk nedir? İnsanlığın kafasının basmaya başladığı vakitten beri, felsefenin başlangıcından beri “Neden buradayız? Biz kimiz?” gibi sorulardan sonra en büyük sorudur bu.. “Aşk nedir?” Yok bir tarifi.. Ama.. İlk bakışta olunan ve üstüne bir şey konulmasına gerek olmayan bir şey mi aşk denilen? Yoksa emek isteyen ve karşılıklı adımlar sonunda elde edilebilen bir şey mi? Ya sevgi? Günümüzde anlaşıldığı gibi bir gün bitiyor mu? Yoksa çocukken dinlediğimiz hikâyeler, masallar ve efsanelerdeki gibi sonsuza dek sürüyor mu? Sadece boşanma istatistiklerine bakın.. O zaman anlayacaksınız aslında aşk ve/veya sevgi denilenin bugün algılanandan farklı olduğunu.. Diyen doğru demişti.. Katılmıştım konuşurken.. Bugünlerde, ister medyada ister etrafınızda, gördüklerimiz ne aşk nede sevgi.. Sadece vakit geçiriyoruz.. Sonu kimsenin umurunda değil.. İster bir hafta sürsün ister bir yıl isterse de bir ömür.. Sadece hayvani dürtüler sonucu hoşlanıyor.. Bunu sevgi ya da aşk adı altına saklayarak sevgili oluyor sonra da bir şeyler katamadığımız için birbirimize hem kendimizi hem de karşı tarafı tüketiyoruz.. Sonuç mu? Doyumsuzluk.. Kimse tam olarak doyuramıyor kendisini.. Ne yapalım değil mi? Böyle gelmiş böyle gider.. Evet.. Öyle.. Sevginin, aşkın, sevgililiğin kriterleri aynen bu şekilde; dış görünüşe, cepteki paraya, altta bulunan arabaya, o kişiye ne kadar muhtaç olduğumuza yani ne kadar çıkarımızın olduğuna bağlı oldukça katılıyorum sizlere.. Evet, bu böyle gelmiş böyle de gider.. Sıkkın ve kısır döngü halindeki sevgiler ile sevgililer arasında kendimizi kandırırız.. Ben mi? Bence değişmesin.. Böylesi benim işime daha çok geliyor, zaaflar insanların daha kolay elde edilebilir olmasına yol açıyor ve bende istediğim yer her neresi ise daha çabuk yol alıyorum..

Lâl olmak..
Sır çekilmiş gözlerle dünyayı görmek veya kesilmiş dille bütün dünya dillerini hatta ötesini konuşabilmek durumuna deniliyor.. Söylene geldiğine göre insanların sadece ağızlarından çıkan seslerle anlaşabilmesi haricinde daha birçok yol var insanların anlaşabilmesi için.. Ama kapalı bütün diğer yollar.. Hırs, inanç, para, her ne ise o istenilen veya içinde bulunulan durum işte o durum kapatıyor diğer yolları ve sadece konuşmak kalıyor geriye anlaşabilmek için.. İnkâr ediyoruz.. Asıl bu bizi zehirleyen.. Yalan söylüyoruz, birbirimizin arkasından kuyular kazıyoruz, asla ama asla asıl niyetimizi belli etmiyoruz.. Herkes gizliyor yüzünü.. Gözler bile o kadar yalanla dolmuş ki göremiyor aşikâr olanları.. Çünkü kendimizi inkâr ediyoruz.. Ben yürüdüm yollarımı.. Öğrendim kendimi.. Öğrendim herkesin aslında farklı amaçlar peşinde olduğunu.. Hatta kendimin bile.. Sonradan bana dayatılanları fark edipte vazgeçince, kendi yararıma olanlara yönelince ve kendimi olduğum gibi kabul edince açıldı gözlerim.. Bir zamanlar herkese karşı ilgili olmaya çalışan, acı çekenin yanında durup dostluğunu göstermeye çalışan ben; bir uyku süresinde aslolanı gördüm..Sırtımdaki hançerler parladılar ve görünür oldular gözüme.. İçimdeki öfkeyle beraber izledim intikam isteğimin artışını.. Sonra da kabullendim kendimi.. Siyahtım.. Rol yapmayı bıraktım.. Siyah oldum tekrar, aslıma döndüm ve yoluma devam ediyorum.. Bildiğim yolu tekrar yürüyorum.. Bir düz, bir ters.. Lâl oldum.. Soruyordunuz neden kapandın içine bu kadar diye.. Çünkü gözlemleyebiliyorum, çünkü artık görüyorum insanların asıl olan amaçlarını ve dilim tutuluyor.. Söyleyemiyorum tek bir hece.. Herkes aynı oyuna devam ederken izliyorum bir köşeden.. Asla da müdahale etmiyorum.. Çünkü biliyorum.. Yüzüme gülenlerden sakınmalıyım asıl.. Çünkü biliyorum ve görüyorum.. En yakınımdakiler asıl arkasında hançer saklayanlar.. Ve hala parlıyor o hançerler benim gözümde.. Görüyorum.. Ama ses çıkarmıyorum.. Bende kendi oyunumu oynuyorum.. Siyah olmam bu yüzden belki de.. Belki de siyahın ben olması bu yüzden.. Bilmiyorum.. Tek bir bildiğim var.. Ben sizlerden daha dürüstüm.. Saklamıyorum, söylüyorum.. Her şeyi hem de.. Bunu kim nasıl anlarsa anlasın.. Bir kişi gider, bin kişi gelir.. Ben açık açık belli ediyorum siyah olduğumu.. Bu yüzden de.. Siz kapanmak olarakta tarif etseniz, açılmak olarakta, belki de düşman olmak ya da hain olmak olarakta tarif etseniz ya da kötü deseniz de benim için.. Ben olduğum şeyin farkındayım aksinize.. Bu ben olduğum içinde bir daha değilmiş gibi davranamam sizin gibi..

Sonuç olarak..
Havanın kararmaya başladığı vakitlerdir, benim yolumun aydınlandığı vakitler.. En başından en sonuna kadar ezbere bilirim yürüdüğüm yolu.. Defalarca yürüdüm.. Ben hep siyahtım, hep siyahım.. Artık, artık lâl oldum..

21 Mart 2010 Pazar

Hayatın Amacı..

İnsanlar yüzyıllardır hayatın amacını bulmaya, yaşamını anlamlandırmaya çalışıyor. Kimisi ölümden sonra hayata, kimisi tekrar dünyaya gelmeye, kimisi bana enteresan gelen yaratıcılara yöneticilere daha doğrusu anlamlandırıcılara inanırken, bilmiyorum benim gibi düşünen başkaları da var mı ama ben aslında anlaşılacak bir şeyin olmadığına, anladığımızda da “Hah işte şimdi savaşmayı bırakabilir dünyadaki açlık sorununa çözüm getirebilir, küresel ısınma sorunu için bir şeyler yapar görünmek yerine cidden bir şeyler yapmaya çalışabiliriz!” denileceğini(diyeceğimizi) hiç sanmıyorum. Bence doğadaki canlı olarak adlandırdığın her şey aslında bencil olduğu için yaşayabiliyor. Bu yüzden de aslında bulunabilinecek ortak bir anlam olmayışındandır bir türlü neden bu bir zamanlar mavi-yeşil olan gezegen üzerinde olduğumuzu açıklayamayışımız.

Hayatın anlamı o kadar önemli ve büyük geliyor ki bizlere hep hayattan göçüp gittikten sonra bir zamanlar burada olduğumuz bilinsin, hatırlansın diye uğraşıyoruz. Birazda bu yüzden galiba hayat sıkıcı, boğucu, stres dolu geliyor hepimize. Aslında en güzeli her şeyi boşlayıp, bünyeyi dertlerden arındırıp, keyif veren aktivitelere yönelmek ama işte bir türlü bırakamıyoruz. Tam ayaklarını uzatmış tatlı tatlı esen rüzgâr karşısında yarı mahmur esner ve keyif çatarken ansızın para, sevgili, iş, ders, sınav, vs. düşüverir adamın aklına hep ve sonunda o mahmur olan gözler açılır, uzanan ayaklar yere değer ve bu seferde “Nasıl yapmalı?” ve benzeri milyonlarca soru üşüşür rahatlamaya yüz tutmuş bünyenin aklına. Belki de kimyasal bir olay ama bence bunun arkasındaki asıl sebep bencillik ve bunun yarattığı etki. Kim kendisinden sonra kendisini hatırlayacak, anacak ve bayramdan bayrama da olsa ziyaret edecek birileri olsun istemez ki? Yani şimdi o şirinlik olarak gördüğümüz bir ton şeyi objektif olarak incelersek aslında çocuk yapmanın büyük bir sorun olduğunu fark ederiz, bebekliğe girmiyorum bile ama okulu, işi, evlenmesi, evi, osu busu her şeyi tastamam olsun hiçbir şeyden mahrum kalmasın mantığıyla ağartılan hatta dökülen saçlar, yaşanmayan seneler buradan bakınca her ne kadar başa bela gibi görünse de şimdi benim yaşlarımda olan birçoklarımız daha doğrusu çocuğu olana kadar birçoğumuz “Bırak abi ne çocuğu hayat böyle güzel, bize güzel.” diye geçinen hepimiz çocuk doğunca “Yaa bak şuna ne kadar da tatlıı…” nidalarıyla başlayıp işi “Eşşek meşşek ama göğsümüzü de kabartmayı biliyor.” a kadar götürür. Ve işin aslı tek amacın yaşlanıpta hastanelere düşünce ne oluruz korkusu ve ben gidince arkamda kalan birisi olsun beni hatırlasın mantığıdır. Dünya üzerinde sayılı kişinin adı bir şeylere verilir, özellikle de çok fazla anılan bir şeylere.. Mesela Madam Curie, Albert Einstein, Pisagor, Öklid, Prof. Dr. Hulusi Behçet, Ord. Prof. Dr. Cahit Arf, vb. adı çok duyulan birçok kişiden tutunda bir okula, bir apartmana, bir hayrata adını veren ve en azından biri tarafından adı okunan kişilere kadar hepsi dünya üzerinde ama küçük ama büyük bir iz bırakmış kişiler hatırlanır elbet ama kaç kişi istendiği şekilde hatırlanıyor?

Daha ilköğretimdeykenden başlanarak öğrenci psikolojisiyle aslında teknolojiye hayat vermiş hayatını bir yerde bilime adamış insanlara okuyup üflenir. Ama hiç zannetmiyorum Madam Curie’nin radyasyonu inceleyebilmek uğruna canını verirken(evet Madam Curie uranyum, toryum gibi elementleri incelerken radyasyona maruz kaldığı için ölmüş) adına okunup üflenmesini istediğini. Ya da Arşimet’in hayatı pahasına notlarının karıştırılmasına göz yummazken Türkiye’de ve belki daha birçok ülkede suyun kaldırma kuvvetini öğrenip sorularıyla uğraşmak zorunda kalan öğrencilerce adına okunup üflenmesini istediğini hiç zannetmiyorum ama bu böyle oluyor. Bir okul yaptırıp adının hatırlanmasını isteyen hayırsever kişininde adı uzun olunca okulda okuyanlarca sevgi(!) ve saygı(!) dâhilinde hatırlanmasını istediklerini zannetmiyorum. Bence bu adım kalsın amacı günümüzde anlamını yitirdi. Çünkü ülkenin önde gelenleri bile ne söylediğini bilmez, ağızdan çıkanı kulakları duymaz haldeyken siz tutupta herkesin ölçülü, seviyeli ve makul(!) şekilde hatırlamasını beklerseniz büyük bir yanılgıya düşersiniz.

Ama siz, biz, hepimiz bunu karşımıza geçipte söyleyene kızıp çıkışır ama içten içe de aslında söylenenlerin doğru olduğunu biliriz. Bu yüzden de belki buradan daha anlamlandığı, güzelleştiği bir yer bulamıyorum “Doğruyu söyleyeni dokuz köyden kovarlar” atasözümüz için. Peki, hayatın amacını boş verdik o zaman neyi merak etmeye başlayacağız?

Ben bunu fark ettiğimde şok oldum ama 20 yıldır içinde yaşadığım bedenin kim olduğuna yabancıymışım. Hayatı, hayatımı anlamlandırmak üzerine o kadar çok kafa yormuşum ki herkesle tanışıp konuşan kişi kendisini tanımayı atlamış. Uzun zaman süren karanlık hayat görüşüne rağmen oturup tanıştım kendimle. Pek ısınamasam da ilk başlarda ortak payda da buluşunca bünye tekrar hafif esen rüzgârda ayaklarını uzatıp mahmur gözlerle etrafa bakınırken aklına bir ton zırvalık doluşmuyor ve ardından ufaktan bir huzur geliyor ve bu noktadan sonra da insan kendisiyle barışıp yola devam ediyor. Yani şöyle düşünün sevgilinizin sizden ne istediğine, neyi beklediğine dair bir ton fikriniz var, sizin yoksa başkası sizin yerinize üretip beleşe veriveriyor size ama peki kendinizin ne istediğiniz hakkında bir fikriniz var mı? Bu söylediğim tabii ki “Karnım aç.”, “Tuvaletim var.”, “Duş almam lazım.”, “Susadım.” gibi ihtiyaçlar hakkında olanlar dışındaki mevzularda. Mesela kaç kişi “Sinemaya gitmeye ihtiyacım var.”, “Sınavlar da var ama oturup bir şeyler saçmalarsam iç huzura kavuşacağım.” gibi fikirlere sahip kendisi hakkında ve daha önemlisi kaç kişinin bunu yapmaya cesareti var? Cepte kalan son parayla konsere gidip sonraki 1-2 günlük açlığı göze alabilme cesaretini gösteren kaç kişi var?

Biliyorum yazıyı okurken hafiften(!) kafayı sıyırdığımı düşüneceksiniz ama ben zaten kafayı tam anlamıyla sıyırmış olduğumu hatta kafamda bir hayli tahtanın eksik olduğunu peşinen kabul ediyorum. Zaten bugüne kadar hiç normal birisi olduğumu iddia etmedim. O yüzden rahat davranın lütfen. Saçmaladığımın(en azından sizin gözünüzde) bende farkındayım. Neyse konuyu toparlamak gerek artık.. Zira gidip tekrar çay demlemem gerekli, çay içince keyfim artacak çünkü. :D Şimdi tutupta buraya bir sonuç paragrafı yazmaya gerek yok değil mi? Zaten herkes anlamıştır ne demeye çalıştığımı.

14 Mart 2010 Pazar

Her canlı bir gün ölümü tadacaktır. Tattık..

Herkes bir gün ölümü tadacaktır. Ne doğru söz.. Ama herkesin bir gün ölümü tadacak olması tattığı gün öldüğü gün demek değildir. Kimisi bir ayrılıkta tadar ölümü kimisi bir nefessiz kalışta kimisi de hayatta aşktan eser kalmadığını fark ettiğinde.. Ne de acıdır yaşarken ölmek daha doğrusu ölmüşken aslında canlı olmak, eğer nefes almayı ve hareket etmeyi yaşamaktan sayıyorsanız. Ne hazindir gökyüzünün mavisini fark edememek, gece gökyüzüne bakınca yıldızları değil de sadece orada titreşen ışıkların gezegen olduğunu ve anlamsız olduklarını düşünmek. Hayatta aşk yoksa eğer o hayat aslında bitmiş demektir, sadece uzatmalara oynuyorsunuzdur her an bir kalp krizi, bir trafik kazası veya kendi elinizden çıkan bir sonla sonlanmayı bekliyorsunuzdur ve ne hazin bir tablodur bu karşında saatlerce ağlanacak. İnsan bir kere vazgeçti mi kendisinden artık tadı kalmaz şakaların ve kendine gülüyor bile olsa insan gülmüyordur aslında sadece ağlıyordur gizlice maskesinin arkasında.. Maskeler, ah şu maskeler.. Toplumun bize biçtiği veya bizim istediğimiz rolleri üstlenmemiz için yüzümüze takıp kendimizden ve kendi insanlığımızdan kaçınmanın ne de tatlı ve bir o kadarda zehirli yoludur maskeler. Takan dışında bilmez kimse maskenin sahibinin neleri feda ederek o maskeyi yüzüne takmaya devam ettiğini. Maskeyi taktığında bir kez önceleri kötü görünen hayat bir anda güzelleşir şeker pembesine döner tabii ki maskenin gereklerini yerine getirmek zorunda kalıncaya kadar. Kendini satar insan parça parça, dilim dilim ve her seferinde sadece görünüş bozulmasın diye çığlığını içine hapsederek. Sonrasında da kendinden geriye bir şey kalmayınca maske düşer ancak. Kimler kaybetti yolunu bu maskelerin ardında kimler ne acılar çekti onlar uğruna.. Yeri geldi bir aşk için kullanıldılar, yeri geldi sadece kabullenilmek ve yalnızlık duygusunun kırılmasını sağlamak amacıyla; yine de kimse maskeyi taktığında aslından daha iyi bir yer elde edemedi hayatta çünkü maskenin kendisi gibi getirdiği her şey sahte olur ve maske düşünce, oyun sona erince ortaya çıkar gerçekliğin acı yüzü. Aşksız hayat ne kadar vahim.. Sevmeden ve sevilmeden yaşamak hayatı, soğuk bir günde tutmadığın elin tenini yakması ve en soğuk havada o el dünyanın öbür ucunda bile olsa hissetmek o eli sanki yanındaymışçasına, incecik giyinerek gezmek buz gibi havalarda.. Aşksız hayat ne acınası bir şey, otururken kendi başına gülümseyememek, melankolik şarkıların kucağında avutmaya çalışırken kendini bu acıların ve acınasılığın bitmesini istemek, istemek ve bunun için planlar yapmak yine de cesaret edememek ne ölmeye nede yaşamaya ve en kötüsü de sevmeye cesaret edememek. Kendi çaresizliğinin içinde boğulurken etrafına hayat böyle çok daha güzelmiş gibi yansıtmak ve aşık olmamanın, aşık olamamanın senin kararın olduğu illüzyonunu yaratmaya çalışmak.. Aşksız hayat ne zor şey.. Karşı cinsle olan her münasebette aşka dair kırıntılar bularak aşık olmadan aşkı yaşamaya çalışmak yine de bunun farkına varsan da bu yalanı sürdürmeye zorunlu hissetmek kendini.. Âşık olmadan yaşamanın, sevgisiz bir hayat sürdürmenin uyuşturucu gibi önceleri iyi hissettirdiğine bakmamalı sonradan çok perişan ediyor adamı. Ailene karşı bile bir parçacık sevgi duyamamak öyle fena ki her seferinde zorlar insan kendini “bende seni seviyorum” demek için çünkü bu kelimeler asit gibi yakar boğazını ve yüreğini, yalandır çünkü, karşındakinin yalanı veya sevilmemeyi hak etmediğini düşünüyorsan hele.. Kimse bilmediği sürece sorun yoktur bu ızdırabını, sefilliğini, yalan dünyanı ve çirkin masalını yaşamanda ancak birisi öğrenirse eğer artık senin aşksız yaşadığını, sevilmediğini, sevilemediğini ve sadece nefes alan hareket eden bir ölü olduğunu o zaman ölürsün gerçekten.. Hatta ölümün kendi elinden olur ve o kişi hariç kimse anlamaz nedenini belki o bile anlamaz ama anlamış gibi yapar çünkü onun maskesinin ve yaşamaya çalıştığı masalının gereği budur. Evet, her canlı bir gün ölümü tadacaktır. Peki ya aslında nefes alırken, yemek yerken hatta arkadaşlık ederken ölü olanlar, bizler? Bizler ne olacağız kendi sefil yaşamımızı sonlandırmayı beklerken bu karanlık yolda ve hep bir umut gözümüzü dört açarken belki bir ışık girer hayatıma da artık aşksız yaşamaktan kurtulurum hayaliyle? Ne olacak bizlere? Biliyorum, biliyorum; her canlı bir gün ölümü tadacaktır ve evet, bizler tattık aşk hayatımızdan sonsuza kadar çıkarken, her umudumuz bir damla yağmurda sönerken ve bu karanlık yolda ayağımıza dolanan geçmişimiz yüzünden yere yığılınca ayağa kalkmak için çabalarken. Her canlı bir gün ölümü tadacaktır. Tattık.

10 Ocak 2010 Pazar

Giriş..

Daha önce nasıldım tam olarak hatırlayamıyorum.. Biraz bulanık bütün anılarım sadece sevmek istediğimi hatırlıyorum.. O zamanlar hala sevebilirken sevmek ve sevilmek istediğimi.. Meğer çok yanılmışım.. Gerçekten sevmek ve sevilmek bir değer taşımıyormuş bu dünyada.. Bu hayatta insanlar sadece sikmek ve sikilmek üzerine dünyalar kurmuş çünkü.. Ne zaman bir hata yapıp biraz eğilsen arkanda oluşan sıraya bakarakta anlayabilirsin bu söylediklerimi.. Herkes hata yapar ama ben hatanın en büyüğünü yapmışım, sevmişim bir de yetmez gibi sevilmek istemişim.. Evet haklısınız.. Bir zamanlar çok büyük hatalar yapmışım ama şimdilerde aranıza uyum sağladım gibi duruyor sanki değil mi? Değil.. Ben hala farklıyım hepinizden.. Neden mi, nedeni çok basit.. Ben en azından eskiden sevmeye, sevilmeye çabalamışım sizler ne dün ne de bugün bilmiyorsunuz o duygu nedir ve insana ne verir.. İşte bu yüzden siz hala birbirinizin arkasında çeşitli kombinasyonlarda sıra oluştururken sikmek ve sikilmek için en arkanızda ben duruyorum hepinizi düdüklemek için..