21 Mart 2010 Pazar

Hayatın Amacı..

İnsanlar yüzyıllardır hayatın amacını bulmaya, yaşamını anlamlandırmaya çalışıyor. Kimisi ölümden sonra hayata, kimisi tekrar dünyaya gelmeye, kimisi bana enteresan gelen yaratıcılara yöneticilere daha doğrusu anlamlandırıcılara inanırken, bilmiyorum benim gibi düşünen başkaları da var mı ama ben aslında anlaşılacak bir şeyin olmadığına, anladığımızda da “Hah işte şimdi savaşmayı bırakabilir dünyadaki açlık sorununa çözüm getirebilir, küresel ısınma sorunu için bir şeyler yapar görünmek yerine cidden bir şeyler yapmaya çalışabiliriz!” denileceğini(diyeceğimizi) hiç sanmıyorum. Bence doğadaki canlı olarak adlandırdığın her şey aslında bencil olduğu için yaşayabiliyor. Bu yüzden de aslında bulunabilinecek ortak bir anlam olmayışındandır bir türlü neden bu bir zamanlar mavi-yeşil olan gezegen üzerinde olduğumuzu açıklayamayışımız.

Hayatın anlamı o kadar önemli ve büyük geliyor ki bizlere hep hayattan göçüp gittikten sonra bir zamanlar burada olduğumuz bilinsin, hatırlansın diye uğraşıyoruz. Birazda bu yüzden galiba hayat sıkıcı, boğucu, stres dolu geliyor hepimize. Aslında en güzeli her şeyi boşlayıp, bünyeyi dertlerden arındırıp, keyif veren aktivitelere yönelmek ama işte bir türlü bırakamıyoruz. Tam ayaklarını uzatmış tatlı tatlı esen rüzgâr karşısında yarı mahmur esner ve keyif çatarken ansızın para, sevgili, iş, ders, sınav, vs. düşüverir adamın aklına hep ve sonunda o mahmur olan gözler açılır, uzanan ayaklar yere değer ve bu seferde “Nasıl yapmalı?” ve benzeri milyonlarca soru üşüşür rahatlamaya yüz tutmuş bünyenin aklına. Belki de kimyasal bir olay ama bence bunun arkasındaki asıl sebep bencillik ve bunun yarattığı etki. Kim kendisinden sonra kendisini hatırlayacak, anacak ve bayramdan bayrama da olsa ziyaret edecek birileri olsun istemez ki? Yani şimdi o şirinlik olarak gördüğümüz bir ton şeyi objektif olarak incelersek aslında çocuk yapmanın büyük bir sorun olduğunu fark ederiz, bebekliğe girmiyorum bile ama okulu, işi, evlenmesi, evi, osu busu her şeyi tastamam olsun hiçbir şeyden mahrum kalmasın mantığıyla ağartılan hatta dökülen saçlar, yaşanmayan seneler buradan bakınca her ne kadar başa bela gibi görünse de şimdi benim yaşlarımda olan birçoklarımız daha doğrusu çocuğu olana kadar birçoğumuz “Bırak abi ne çocuğu hayat böyle güzel, bize güzel.” diye geçinen hepimiz çocuk doğunca “Yaa bak şuna ne kadar da tatlıı…” nidalarıyla başlayıp işi “Eşşek meşşek ama göğsümüzü de kabartmayı biliyor.” a kadar götürür. Ve işin aslı tek amacın yaşlanıpta hastanelere düşünce ne oluruz korkusu ve ben gidince arkamda kalan birisi olsun beni hatırlasın mantığıdır. Dünya üzerinde sayılı kişinin adı bir şeylere verilir, özellikle de çok fazla anılan bir şeylere.. Mesela Madam Curie, Albert Einstein, Pisagor, Öklid, Prof. Dr. Hulusi Behçet, Ord. Prof. Dr. Cahit Arf, vb. adı çok duyulan birçok kişiden tutunda bir okula, bir apartmana, bir hayrata adını veren ve en azından biri tarafından adı okunan kişilere kadar hepsi dünya üzerinde ama küçük ama büyük bir iz bırakmış kişiler hatırlanır elbet ama kaç kişi istendiği şekilde hatırlanıyor?

Daha ilköğretimdeykenden başlanarak öğrenci psikolojisiyle aslında teknolojiye hayat vermiş hayatını bir yerde bilime adamış insanlara okuyup üflenir. Ama hiç zannetmiyorum Madam Curie’nin radyasyonu inceleyebilmek uğruna canını verirken(evet Madam Curie uranyum, toryum gibi elementleri incelerken radyasyona maruz kaldığı için ölmüş) adına okunup üflenmesini istediğini. Ya da Arşimet’in hayatı pahasına notlarının karıştırılmasına göz yummazken Türkiye’de ve belki daha birçok ülkede suyun kaldırma kuvvetini öğrenip sorularıyla uğraşmak zorunda kalan öğrencilerce adına okunup üflenmesini istediğini hiç zannetmiyorum ama bu böyle oluyor. Bir okul yaptırıp adının hatırlanmasını isteyen hayırsever kişininde adı uzun olunca okulda okuyanlarca sevgi(!) ve saygı(!) dâhilinde hatırlanmasını istediklerini zannetmiyorum. Bence bu adım kalsın amacı günümüzde anlamını yitirdi. Çünkü ülkenin önde gelenleri bile ne söylediğini bilmez, ağızdan çıkanı kulakları duymaz haldeyken siz tutupta herkesin ölçülü, seviyeli ve makul(!) şekilde hatırlamasını beklerseniz büyük bir yanılgıya düşersiniz.

Ama siz, biz, hepimiz bunu karşımıza geçipte söyleyene kızıp çıkışır ama içten içe de aslında söylenenlerin doğru olduğunu biliriz. Bu yüzden de belki buradan daha anlamlandığı, güzelleştiği bir yer bulamıyorum “Doğruyu söyleyeni dokuz köyden kovarlar” atasözümüz için. Peki, hayatın amacını boş verdik o zaman neyi merak etmeye başlayacağız?

Ben bunu fark ettiğimde şok oldum ama 20 yıldır içinde yaşadığım bedenin kim olduğuna yabancıymışım. Hayatı, hayatımı anlamlandırmak üzerine o kadar çok kafa yormuşum ki herkesle tanışıp konuşan kişi kendisini tanımayı atlamış. Uzun zaman süren karanlık hayat görüşüne rağmen oturup tanıştım kendimle. Pek ısınamasam da ilk başlarda ortak payda da buluşunca bünye tekrar hafif esen rüzgârda ayaklarını uzatıp mahmur gözlerle etrafa bakınırken aklına bir ton zırvalık doluşmuyor ve ardından ufaktan bir huzur geliyor ve bu noktadan sonra da insan kendisiyle barışıp yola devam ediyor. Yani şöyle düşünün sevgilinizin sizden ne istediğine, neyi beklediğine dair bir ton fikriniz var, sizin yoksa başkası sizin yerinize üretip beleşe veriveriyor size ama peki kendinizin ne istediğiniz hakkında bir fikriniz var mı? Bu söylediğim tabii ki “Karnım aç.”, “Tuvaletim var.”, “Duş almam lazım.”, “Susadım.” gibi ihtiyaçlar hakkında olanlar dışındaki mevzularda. Mesela kaç kişi “Sinemaya gitmeye ihtiyacım var.”, “Sınavlar da var ama oturup bir şeyler saçmalarsam iç huzura kavuşacağım.” gibi fikirlere sahip kendisi hakkında ve daha önemlisi kaç kişinin bunu yapmaya cesareti var? Cepte kalan son parayla konsere gidip sonraki 1-2 günlük açlığı göze alabilme cesaretini gösteren kaç kişi var?

Biliyorum yazıyı okurken hafiften(!) kafayı sıyırdığımı düşüneceksiniz ama ben zaten kafayı tam anlamıyla sıyırmış olduğumu hatta kafamda bir hayli tahtanın eksik olduğunu peşinen kabul ediyorum. Zaten bugüne kadar hiç normal birisi olduğumu iddia etmedim. O yüzden rahat davranın lütfen. Saçmaladığımın(en azından sizin gözünüzde) bende farkındayım. Neyse konuyu toparlamak gerek artık.. Zira gidip tekrar çay demlemem gerekli, çay içince keyfim artacak çünkü. :D Şimdi tutupta buraya bir sonuç paragrafı yazmaya gerek yok değil mi? Zaten herkes anlamıştır ne demeye çalıştığımı.

14 Mart 2010 Pazar

Her canlı bir gün ölümü tadacaktır. Tattık..

Herkes bir gün ölümü tadacaktır. Ne doğru söz.. Ama herkesin bir gün ölümü tadacak olması tattığı gün öldüğü gün demek değildir. Kimisi bir ayrılıkta tadar ölümü kimisi bir nefessiz kalışta kimisi de hayatta aşktan eser kalmadığını fark ettiğinde.. Ne de acıdır yaşarken ölmek daha doğrusu ölmüşken aslında canlı olmak, eğer nefes almayı ve hareket etmeyi yaşamaktan sayıyorsanız. Ne hazindir gökyüzünün mavisini fark edememek, gece gökyüzüne bakınca yıldızları değil de sadece orada titreşen ışıkların gezegen olduğunu ve anlamsız olduklarını düşünmek. Hayatta aşk yoksa eğer o hayat aslında bitmiş demektir, sadece uzatmalara oynuyorsunuzdur her an bir kalp krizi, bir trafik kazası veya kendi elinizden çıkan bir sonla sonlanmayı bekliyorsunuzdur ve ne hazin bir tablodur bu karşında saatlerce ağlanacak. İnsan bir kere vazgeçti mi kendisinden artık tadı kalmaz şakaların ve kendine gülüyor bile olsa insan gülmüyordur aslında sadece ağlıyordur gizlice maskesinin arkasında.. Maskeler, ah şu maskeler.. Toplumun bize biçtiği veya bizim istediğimiz rolleri üstlenmemiz için yüzümüze takıp kendimizden ve kendi insanlığımızdan kaçınmanın ne de tatlı ve bir o kadarda zehirli yoludur maskeler. Takan dışında bilmez kimse maskenin sahibinin neleri feda ederek o maskeyi yüzüne takmaya devam ettiğini. Maskeyi taktığında bir kez önceleri kötü görünen hayat bir anda güzelleşir şeker pembesine döner tabii ki maskenin gereklerini yerine getirmek zorunda kalıncaya kadar. Kendini satar insan parça parça, dilim dilim ve her seferinde sadece görünüş bozulmasın diye çığlığını içine hapsederek. Sonrasında da kendinden geriye bir şey kalmayınca maske düşer ancak. Kimler kaybetti yolunu bu maskelerin ardında kimler ne acılar çekti onlar uğruna.. Yeri geldi bir aşk için kullanıldılar, yeri geldi sadece kabullenilmek ve yalnızlık duygusunun kırılmasını sağlamak amacıyla; yine de kimse maskeyi taktığında aslından daha iyi bir yer elde edemedi hayatta çünkü maskenin kendisi gibi getirdiği her şey sahte olur ve maske düşünce, oyun sona erince ortaya çıkar gerçekliğin acı yüzü. Aşksız hayat ne kadar vahim.. Sevmeden ve sevilmeden yaşamak hayatı, soğuk bir günde tutmadığın elin tenini yakması ve en soğuk havada o el dünyanın öbür ucunda bile olsa hissetmek o eli sanki yanındaymışçasına, incecik giyinerek gezmek buz gibi havalarda.. Aşksız hayat ne acınası bir şey, otururken kendi başına gülümseyememek, melankolik şarkıların kucağında avutmaya çalışırken kendini bu acıların ve acınasılığın bitmesini istemek, istemek ve bunun için planlar yapmak yine de cesaret edememek ne ölmeye nede yaşamaya ve en kötüsü de sevmeye cesaret edememek. Kendi çaresizliğinin içinde boğulurken etrafına hayat böyle çok daha güzelmiş gibi yansıtmak ve aşık olmamanın, aşık olamamanın senin kararın olduğu illüzyonunu yaratmaya çalışmak.. Aşksız hayat ne zor şey.. Karşı cinsle olan her münasebette aşka dair kırıntılar bularak aşık olmadan aşkı yaşamaya çalışmak yine de bunun farkına varsan da bu yalanı sürdürmeye zorunlu hissetmek kendini.. Âşık olmadan yaşamanın, sevgisiz bir hayat sürdürmenin uyuşturucu gibi önceleri iyi hissettirdiğine bakmamalı sonradan çok perişan ediyor adamı. Ailene karşı bile bir parçacık sevgi duyamamak öyle fena ki her seferinde zorlar insan kendini “bende seni seviyorum” demek için çünkü bu kelimeler asit gibi yakar boğazını ve yüreğini, yalandır çünkü, karşındakinin yalanı veya sevilmemeyi hak etmediğini düşünüyorsan hele.. Kimse bilmediği sürece sorun yoktur bu ızdırabını, sefilliğini, yalan dünyanı ve çirkin masalını yaşamanda ancak birisi öğrenirse eğer artık senin aşksız yaşadığını, sevilmediğini, sevilemediğini ve sadece nefes alan hareket eden bir ölü olduğunu o zaman ölürsün gerçekten.. Hatta ölümün kendi elinden olur ve o kişi hariç kimse anlamaz nedenini belki o bile anlamaz ama anlamış gibi yapar çünkü onun maskesinin ve yaşamaya çalıştığı masalının gereği budur. Evet, her canlı bir gün ölümü tadacaktır. Peki ya aslında nefes alırken, yemek yerken hatta arkadaşlık ederken ölü olanlar, bizler? Bizler ne olacağız kendi sefil yaşamımızı sonlandırmayı beklerken bu karanlık yolda ve hep bir umut gözümüzü dört açarken belki bir ışık girer hayatıma da artık aşksız yaşamaktan kurtulurum hayaliyle? Ne olacak bizlere? Biliyorum, biliyorum; her canlı bir gün ölümü tadacaktır ve evet, bizler tattık aşk hayatımızdan sonsuza kadar çıkarken, her umudumuz bir damla yağmurda sönerken ve bu karanlık yolda ayağımıza dolanan geçmişimiz yüzünden yere yığılınca ayağa kalkmak için çabalarken. Her canlı bir gün ölümü tadacaktır. Tattık.